Entelektüel yayıncılıkta yeni bir açılım.

Bozkırda Deniz Kabuğu

BOZKIRDA DENİZ KABUĞU

MERHUM AHMET ULUÇAY ÖZEL DÜNYASI OLAN BİR SİNEMA YÖNETMENİ İDİ. BU ÖZEL DÜNYAYA AİT TEMEL KODLARI KÜLLER VE KEMİKLER ADLI UZUN HİKAYEDE OKUMAK MÜMKÜN.


Bozkırda deniz kabuğu

Kütahya’nın Tavşanlı ilçesine bağlı Tepecik Köyü. Türk sinemasının “nevi şahsına münhasır” diyebileceğimiz az sayıdaki sinemacısından biri olan Ahmet Uluçay’ın doğduğu, yaşadığı, kısa filmler ve bir uzun metrajlı filme imza attığı yerleşim birimi. Ahmet Uluçay’ı anlamak için bu coğrafi konumlamayı yapmamız şart. Zira Ahmet Uluçay’ın doğup yaşadığı köyü bilmek Halit Refiğ’in İzmirli, Atıf Yılmaz’ın Mersinli ya da Yılmaz Güney’in Adana’nın Yenice ilçesinden olduğunu bilmekten farklı bir anlam taşır. Zira bahsettiğim üç sinemacı, sanatlarını İstanbul’a gelmelerine borçlular. Oysa Ahmet Uluçay’ı Ahmet Uluçay yapan onu da sinemacılığını da hep küçümseyen köyüdür tam olarak. Ahmet Uluçay’ın sinema gibi “şehirli” bir sanata böyle özgün bir dünya katabilen sinemacı olmak anlamında sadece Türk sinemasında değil dünya sinemasında bile fazla bir emsali yoktur. Ahmet Uluçay’ın sinemada orijinal bir dünya kurabilmiş olmasını İstanbul’da tutunamamış olmasına rağmen değil İstanbul’da tutunamamış olması sayesinde mümkün olabildiğini bile söyleyebiliriz hatta.      

Küller ve Kemikler, Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak adlı maalesef tek kalan uzun metrajlı filmiyle Türk sinema tarihinde özel bir yer edinen Ahmet Uluçay’ın ömrü vefa etseydi çekmeyi planladığı Bozkırda Deniz Kabuğu adlı ikinci uzun metrajlı filminin senaryo aşamasını anlatan uzun hikâyesi.

YAYDIRIBYA ÖYKÜLERİ

Çekilmemiş bir filmin senaryosu değil Küller ve Kemikler. Kelimenin tam anlamıyla bir uzun hikâye. Hikâyenin senaryo yazarı karakteri (Elbette Ahmet Uluçay) ile yazdığı senaryonun ana karakteri olan kendi çocukluğunun muhabbeti ve hesaplaşmasının hikâyesi bu metin. Taşranın, doğanın, kültürün, hayatın “parçalanmaz bütünlüğü” içinde aynı karakterin çocukluğu ve büyüklüğünü bir araya getiren hikâyede yazılan senaryo sahne sahne ilerlerken bir yönüyle Exupery’nin Küçük Prens’ine, bir yönüyle de Rilke’nin MalteLaurids Brigge’nin Notları’naakraba olan bir metinle karşı karşıya kalıyoruz. Niçin mi? Çünkü “parçalanmaz bütünlüğe” tam sığmayan ama ondan da asla kopmayan bir metin Küller ve Kemikler.  

Yaydırıpya Öyküleri altbaşlığını taşıyan Küller ve Kemikler’de çocuk Yakup’un “olgun” hareketleriyle yaşça olgun Yakup’un naif yanının adeta düet yapmasına şahit olurken “yerli bir duyarlığın” örnek metinlerinden birini okuma fırsatı buluyoruz.

Çocuk Yakup’un “Büyümüş de küçülmüş” hali ile yaşça büyük olan Yakup’un “naifliği” at başı gidiyor kitap boyunca. Ahmet Uluçay tıpkı sinemada olduğu gibi bu kitapta da pek çok insanın ‘moda bir tüketim nesnesi’ olarak, sözümona hayıflanarak hatırlarmış gibi yaptığı dönem olan çocukluğuna, öylesine sahip çıkıyor ki, onun içinde bulunduğu koşullarda ve yetişme şartlarında birinin kolayca düşeceği mahallilik ve nahiflik gibi tuzaklardan kendini korumayı başarıyor ve hatta içinde bulunduğu ‘dezavantajları’ dahiyane çözümlerle birer avantaja ve zenginliğe, imkânsızlıkları imkâna çevirmeyi başarıyor. Onun filmleri için kurduğum şu cümleleri pekala Küller ve Kemikler için de kurabilirim. “Çünkü onda ve poetikasında tercüme ya da özenti hiçbir şey yok. Yapıtlarında, milyonlarca dolar harcanmasına rağmen tekdüzelikten, sığlıktan kurtulamayan Postyeşilçam ve Küçük Holywood filmlerine inat, kendisine ait alabildiğine zengin ve ufuksuz bir dünya var. O dünyayı temaşa ederken, bu dervişane vizyonun, seyirciyi kendisiyle kurabildiği diyaloğa ve paylaşmaya bağlı olarak adeta kanatlandırdığını hissetmek mümkün.”

SÖYLE KALBİM”

 Ahmet Uluçay’ın gayreti sözünü söyleyebilmek içindi. O hacca giden topal karınca misali “hedefe” ulaşmaktan ziyade “yolda” olmayı önemsedi. “Ben filmlerimi yaparken, bir mektup yazıp, şişenin içinde denize atıyorum. Mektup, ihtiyacı olana mutlaka ulaşacaktır. Ama bugün, ama yarın” diyerek niçin yolda olduğunu açıklıyordu. Uluçay, sinema serüvenini şu cümlelerle özetliyordu: “Van Gogh olabilmek için bir boya, bir fırça bir de Van Gogh'a ihtiyaç var. Ben boya ve fırçaya pek takılmıyorum; yüreğimle ve samimiyetimle çalışıyorum. İnsanlar samimiyetinizi gördüğünde ‘Biz bu öyküyü dinlemek istiyorduk. Varsın görüntü kalitesiz olsun’ diyorlar. Karakterlerim arasında konuşmaların az olması, benim dünyamla alâkalı. Gürültü, dünyayı kirletiyor. Ben film yaparken "bunun kuralı bu" demiyorum. Sadece ‘Söyle kalbim’ diyorum.”

Küller ve Kemikler işte böylesi bir kalbin “sözü”. Küller ve Kemikler’i yazabilmek için bir kaleme, bir deftere bir de Ahmet Uluçay’a ihtiyacımız olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bunu mümkün kılan ise anlatılanların biricikliğinden ziyade “anlatanın” duyarlığının eşsizliği. Herkesin gözlerinin önünde olanları, herkesin “bildiğini” zannettiğini kimsenin fark edemediği bir şekilde gören bir sinemacı idi Ahmet Uluçay. Yazar Ahmet Uluçay da çok farklı bir yerde durmuyor. 

Küller ve Kemikler zaten tam da bu yüzden güzel bir kitap…

SUAVİ KEMAL YAZGIÇ

Star Kitap

11 Şubat 2006

Kaynak : http://haber.star.com.tr/kitap/bozkirda-deniz-kabugu/haber-1088417