Entelektüel yayıncılıkta yeni bir açılım.

Tarihi insanlı yazan bir tarihçilik var artık

Tarihi insanlı yazan bir tarihçilik var artık

Şehir Üniversitesi Tarih bölümünden Doç. Dr. Abdülhamit Kırmızı ile tarihi, tarihçiliği, zamanı ve kitaplarını konuştuk.

 

Osmanlı tarihinin son yüzyılına yoğunlaşan Abdülhamit Kırmızı, ağırlıklı olarak biyografi, bürokrasi, milliyetçilik ve anlatı araştırmaları yapıyor. Öğrenimini Ankara, Hacettepe ve Boğaziçi üniversitelerinde tamamladıktan sonra, University of London’da postdoktora yapmış ve 2009 yılında İstanbul Şehir Üniversitesi kadrosuna katılmış. Kendisine tarihin ve tarihçiliğin önemini, kitaplarını, çalışmalarını ve zamanı sorduk.

Bir tarihçi olarak, tarihçiliğe genel yaklaşımınız nedir? Sizce bir toplum için tarihçi ne ifade eder?

Aslında her insan biraz tarihçi; kendisinin tarihçisi, çünkü güdülerden ziyade tecrübeye bağımlıyız. İçimizde akan geçmişin kaçınılmaz varlığıyla yaşamak zorundayız. Dolayısıyla tarih, önlenemez bir düşünce formu. Hafıza olmadan yaşayamayız. Ancak hafıza geçmişi olduğu gibi kaydetmez, herkes ortak yaşanan bir olayı zihnine farklı kaydeder. Aynı şekilde tarih de geçmişin kendisi değil, onun mümkün olan versiyonlarından birinin sunumu ve yorumlanışıdır. Yani tek bir tarih yoktur, tarihler vardır. Hatta Marc Bloch’a göre, “tarih yoktur, tarihçi vardır.”

Geçmiş değişmez, ama geçmişin anlatımı ve yorumlanışı sürekli değişir. Tarih geçmişin yorumu ve yorumlayan kişi bugün yaşayan, gelecek hakkında fikri olan bir insandır. Bu yüzden tarihçi geçmiş metinlerle, kendinden önce yazılanlarla sürekli bir diyalog içindedir. Tarihçilik, kendi içinde hiç bitmeyen bir eleştiri ve revizyon faaliyetidir.

Tarih hatırlanan geçmiştir. Bu hatırlama güncele çok duyarlıdır, o yüzden tarih sürekli değişir. Bugünden yazıldığı için değişir. Her tarihçi ayrı bir bugünden yazdığı için değişir. Siyeri düşünün: Hz. Peygamber tek bir hayat yaşamıştır, ama hayatı hâlâ yazılmaya devam etmektedir. Çünkü her çağın, her neslin kendi gününün sorularına, sorunlarına cevap veren ayrı bir peygamber anlatısına ihtiyacı vardır. Günün şartlarına göre bazı konular ön plana çıkar, bazıları arka plana itilir.  Kısacası, tarih sabit değil; geçmiş bugünden ve gelecekten bile daha değişken. Çünkü her yeni günün zaviyesiyle geçmişe bakışımızı değiştiririz. O yüzden dünü, bugünü ve yarını rijid bir şekilde ayırmak da imkânsızdır, gündelik yaşamımızda aklımız bunlar arasında sürekli gidip gelir, bugünü yalıtılmış şekilde yaşamaz, ister istemez geçmişe kayıverir. Yani dün, bugün, yarın arasında dairesel ve döngüsel bir ilişki vardır.

Tarihçinin bugünle ilişkisi de böyledir: Bugünün bakış açısını, ideolojisini, ruh halini, sorularını geçmişe yansıtır. İnsan olarak yarın için plan yaparken de geçmişi yeniden inceler, değiştirir, ona yeni anlamlar veririz.  Başka bir açıdansa tarih ve tarihçi var olan toplumsal, siyasal, ekonomik düzeni meşrulaştırmaya yarar. Mesela, milli devlet kurulursa, ya da bunun fikri uyanırsa, ona bir geçmiş arar. Küreselleşme varsa bu sürecin geçmişteki aşamalarına, şekillerine, köklerine bakar.

20. yüzyıl tarihçiliği modernleşmeye, millete, milli devlete, laikleşmeye bir geçmiş yaratmakla geçti. 21. yüzyıl tarihçileri globalleşmeler, bölgeselleşmeler, karşılaşmalar, etkileşimlerle ilgileniyor. Hem Avrupa-merkezcilikten uzak, hem de ulus-devlet düşüncesinden öte tarihler arayışı var bugün. Öte yandan, yapılar, strüktürler yerine artık daha fazla insana odaklanan, tarihi insanlı yazmaya çalışan bir tarihçilik var.

Son zamanlarda tarihe merakın arttığını söylüyorsunuz, nasıl bir merak bu, sebepleri neler olabilir?

Şimdiyi ve geleceği geçmişe yeğ tutan modernitenin aşırılığı, işi tarihin reddine kadar vardırmıştı. Modernleşme teorisi bütün toplumların zamanla dinden, gelenekten, kısacası geçmişten tamamen kopacağını öngören bir yol haritası çizmişti. Postmodern, postseküler dünya artık bu büyük anlatılara inanmıyor.

Öte yandan, ironik bir şekilde, yeni ulus-devletlerin öğrettikleri milli tarih, bu kalıba henüz bir-iki asırdır hapsedildiklerini anlayan halklara dar gelmeye başladı. İnsanlar ulus-devlet öncesi geçmişlerine merak sardı.

Yeni teknolojilerle iletişimin artması geçmişe dair hikâyelerin daha görünür ve sorgulanır olmasına neden oldu. Refah düzeyiyle beraber artan bireysellik her şeye daha öznel ve göreceli bakmayı öğretti. İlaveten, on yıldır yaşanan vesayetsizleşme, geçmişten kalan bazı prangaların hükümet politikalarıyla sökülmesi, insanları her gün yeni sorgulamalarla karşı karşıya bıraktı. Kürt, Ermeni, Alevi meseleleri, anayasa tartışmaları, Arapların arkadan hançerlediği miti, Dersim, komşu ülkelerde yaşananlar, aktif dış politika, eksen kayması mevzuu, televizyon dizileri, filmler… Bütün bunlar tarihle ilişkimizi harladı.

Ülkemizde tarihe bakışta genelde iki eğilim vardır, ya yüceltilir, ya reddedilir. Bu durumun değiştiğinden sözedebilir miyiz? Sizce sağlıklı bir yaklaşım nasıl olmalı?

Tarih bilinci geçmişle aramıza mesafe koymayı, olayları bağlamına oturtmayı ve olaylar arasındaki devamlılıkları gözetmeyi gerektirir. Bu farklılık, kontekst ve süreç bilinci olmazsa, insanın tarihe bakışı sakat olur. Bunlara tarih hastalıkları diyelim: Mesela, anakronizm, özcülük, gelenekçilik, nostalji, ilerlemecilik… Yani tarih bilinci sakatsa geçmiştekilerin bizim gibi düşündüklerini, davrandığını sanır; millete değişmez bir öz atfeder; bütün ağırlığıyla eskiyi bugünden kopuk olarak kendine rehber edinir, günün acı gerçeklerinden geçmişe kaçar, değişimin hep kötüye gittiğine inanır, altın çağlara, muhteşem yüzyıllara sığınır; ya da tersine tarihin hep iyiye gideceğini düşünür.

Bütün bu hastalıklar güvenliğe duyulan derin psikolojik ihtiyaca dayanır. İnsan gelenekle değişime gözünü kapar, nostaljiyle geçmişe bağlanır, ilerlemecilikle değişimin hep iyiye gittiğine inanır. Tarihçinin görevi gözlerdeki bu kataraktı kaldırmaktır.

Tarihin reddi ve yüceltilmesi en aşırı iki pozisyondur. Tarihçi orta yolu, geçmişi kendi bağlamında değerlendirmeyi, olaylar arasında ilişki kurmayı, araya duygusal mesafe koymayı öğretmelidir. Bu tarih terapisiyle tarih sağlığımıza kavuşabiliriz.

Günümüzde tarihsel arka plan vurgusuyla meşrulaştırılan 'Neo-Osmanlıcılık' söylemi dikkat çekiyor, sizin düşünceleriniz nedir bu konuda?

Yeni-Osmanlıcılık her şeyden önce ard niyetli bir yaftalamadır. AB genişlemesi söz konusu olduğunda kimse Yeni-Romacılık, Yeni-Habsburgculuk, ya da Rusya’nın genişleme emelleri konuşulduğunda kimse Yeni-Romanovculuk demiyor. Yeni-Osmanlıcı olduğunu düşünenler de varsa, neden bahsettiklerini bilmiyorlardır. Onlara önce “hangi Osmanlı?” diye sorarım. Bunlarda Osmanlı Devleti’nin altı asır boyunca aynı kaldığı şeklinde bir yanılsama vardır ekseriyetle. Aslında siyasal dilin sınırları Osmanlı’yı enstrümentalize etmeye zorluyor.

Türkiye uluslararası sistemin parçası olan bir ulus-devlet. Ulus-devletin dilindeki tıkanıklık bir kesimi geçmişin dilini kullanmaya itiyor. Bu tıkanıklık kavramsızlıktan geliyor, var olan dünya ile mevcut meşru devlet anlayışının uyumsuzluğundan. Uluslararası gelişmeler Türkiye’yi bölgesel tarihine ilişkin yeni bir dil arayışına zorluyor. Yeni yönelimlerin bu düzende bir imparatorluğa yol açması mümkün değil. En başta bu yönelimleri olan insanların kafa yapısı engeldir; ulus-devlet zihniyetiyle, Türkiye’deki kadar ağır bir milliyetçilik havasında bu işler olmaz.

Osmanlı denilen şey T.C. ile devam edenden farklı değil, yaşananlar yaşanmış, nehir mecrasında akmaya devam etmiş. Devamlılığı görmek lazım. Geriye dönmek söz konusu değil. Rüyalar ve hayaller yaşananları değiştirmiyor. Bu konudaki fikirlerimi daha önce Alt-Üst dergisinde yazdığım için uzatmak istemiyorum. Kısacası, fetih rüyası görenler için bu terkip devletin on yıllardır alışılagelen miyopik kültür ve dış politikalarına karşı, karalamak isteyenler içinse şimdiki iktidara karşı bir muhalif söylemin parçasıdır.

Yeni bir kitap çalışmanız çıktı Küre Yayınları’ndan bu günlerde: Otur Baştan Yaz Beni / Otobiyografiye Taze Bakışlar. Çalışma birçok ismin yazısını içinde barındırıyor. “Biyografinin muhteşem dönüşü”nden bahsediyorsunuz önsözde, kitap bu dönüşün bir tezahürü diyebilir miyiz?

Evet. Geçen asırda biyografi tarihçilerin küçümsediği bir yazım türüydü. Büyük adamların tarihi diye küçümsendi, insan yerine strüktürler, yapılar büyümsendi. Tarih bireyden uzaklaştı, ekonomik, demografik, ekolojik, sosyal motiflerin peşinden koştu. Ancak son on yıldır biyografi yeniden dirildi. Yeni teoriler gelişti, yeni bakış açılarıyla insan hayatları yazılmaya başlandı. Artık biyografi yine tarihe sızmanın, nüfuz etmenin en güzel yollarından biri olarak görülüyor. Fakat Türkiye’de bütünüyle bu türe hasredilmiş, otobiyografinin meseleleriyle kuramsal cephesiyle uğraşan kurum, dergi, kitap, yazı yok.

Biz böyle bir ortamda otobiyografinin sorunlarıyla uğraşmak için Bilim ve Sanat Vakfı’nda bir “Biyografi Atölyesi” düzenledik. Bir yıl boyunca bazen bir, bazen iki haftada bir toplandık. Burada anlatı/narrative, sosyolojide biyografik analiz, psikobiyografi, hayat yazımında etik, Bourdieu’nün “Yaşamöyküsü Yanılsaması”, biopics (Sinema’da Biyografik Anlatım), biyografik söyleşi ve bunu kullanan sözlü tarih, bellek, kendini hikâye etmek, İslam Tarihinde otobiyografi, siyer, rüya, Avrupa’da otobiyografinin tarihi, Osmanlı tarihinde otobiyografi, cinsiyet çalışmaları ve kadın otobiyografileri, hatırat, günlük ve anti-biyografi gibi konularda dallı budaklı okumalar ve tartışmalar yaptık. Sonunda 2011’de, adını Cem Yıldız’ın güzel türküsünden alan, “Otur Baştan Yaz Beni: Oto/Biyografiye Taze Bakışlar” başlıklı bir sempozyum... Kitaptaki yazılar sempozyumun ürünleri.

Şimdi çalıştığım İstanbul Şehir Üniversitesi’nde bir Biyografi Araştırmaları Merkezi kurmak istiyoruz. Bu çerçevede Fuat Köprülü ve Taha Toros evrakını satın aldık. Yeni alımlarla giderek zenginleşen kütüphanemiz kuramsal biyografi açısından şimdiden iddialıdır diyebilirim. Bu birikimle “Hayat ve Eserleri” tarzındaki geleneksel hayat yazımı literatürüne yeni bir soluk getireceğimizi düşünüyorum.

Sosyal medyadaki paylaşımlarınızdan 'zaman' meselesine çok kafa yorduğunuz anlaşılıyor, bu sadece tarihçi olmanızla ilgili bir durum değil sanırım. Neden özellikle 'zaman'?

Necip FazılNedir zaman, nedir? Bir su mu, bir kuş mu? / Nedir zaman, nedir? İniş mi, yokuş mu?” diye sorar bir şiirinde. Zamanı anlamak varoluşu anlamanın anahtarı, fakat bana marifetullahtan bile zor geliyor.

Zamanı geçmiş, şimdi ve gelecek olarak algılamak öğretilmesin isterdim. Çünkü bu algı düşüncelerimi biçimlendiriyor, benden yaşantılarımı kronolojik olarak tasnif etmemi talep ediyor. Zamanı sabit ve düzenli akan, doğrusal ilerleyen tekil bir dizi olarak düşünmek beni darlandırıyor.

Modern eğitimden geçtiğim için, zamanı artık saf biçimde bir ıssız adadaki yerli, ya da gününü güneşe ve zirai hayatın gerekliliklerine göre yaşayan eski köylü gibi algılayamıyorum. Beynime atılan bu formatı silmek ve zamana daha öznel bir şekilde dokunmak isterdim. İçimizde işleyen başka zamanları bazen yakalayabiliyoruz. Ama genel olarak, makine olarak saatin icadı zamanı yaşama şeklimizi geri dönülemez biçimde tekdüzeleştirdi. Zamanı ölçmenin başka biçimlerini modern insanın hayatından çıkardı. Zamanda yaşamanın farklı yollarını kesti, doğanın ritmini duyamaz olduk. Yani, saat zamanı bozdu. En azından benim için, saat okumayı öğrendikten sonra…

Tarihçi olarak beni rahatsız edense, yazdıklarımızda kronolojik akışa teslim olmamız.  Kronoloji hareket alanımızı sınırlıyor, hem yazanın hem okuyanın belli bir zaman dizisinde gelişmeleri gözlemesini dayatıyor. Kronoloji metni kendiliğinden bir kaçınılmaz akışa saplar. Bu kaçınılmaz akışı bilinç akışına yaklaştırmak lazım geldiğini düşünüyorum. Yani, günlük hayatta düşünürken yaptığımız gibi, geriye ve ileriye gidiş-gelişlerle kronolojiyi aşındırmak, öğretilmiş zamanın yazara taktığı prangayı kırmak…

İdeal bir örnek, Kur’an’daki kıssaların bulanık zamansallığı. Kur’an ne kadar farklı anlatı kurgularına imkân veriyor, değil mi? Buna rağmen Kur’an’ı bile –gerek nüzul sırasına göre, gerek içinde geçen peygamber hayatlarına göre- dünden bugüne ilerleyen düz bir çizgide anlamak eğilimindeyiz. Zamana ayar vermek isteyen bu düşünce biçimimizin “fıtri” olmadığı açık. Mesela, hafızamız kronolojik çalışmaz, hatıralarımızı bize tarih sırasına göre sunmaz. İnisiyatifi zamanın eline vermeden, akışı onun düzenlemesine müsaade etmeden bir hayatı kurgulamanın imkânlarını “Memento” ya da “Benjamin Button’ın Hikayesi” gibi sinema filmlerinde de görebiliyoruz. Yaşananları lineer ve kronolojik bir düzene sokmak küçüklükten beri bize öğretilen bir şey. Zaman zaman bu kurgunun dışına çıkabilmek insana özgürlük sevinci veriyor.

Sizin doktora çalışmanız da kitaplaşmış, aynı zamanda ödüle de layık bulunmuş bir kitap: Abdülhamid’in Valileri: Osmanlı Vilayet İdaresi, 1895-1908. Ele aldığınız tarihsel kesit bir geçiş süreci, II. Abdülhamid de ülkemizdeki çok tartışmalı isimlerden biri. Yeni okuyacaklar için soralım, neden bu tarihsel kesiti Abdülhamid'in valileri üzerinden okumayı tercih ettiniz?

Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Kamu Yönetimi okuduktan sonra tarih alanında yüksek lisans ve doktoraya devam ettiğim için, altyapı olarak hâkim olduğum bir konuda çalıştım. Aslında bu konu kesinleşmeden önce aynı dönemi ulema ve meşayih veya entourage dediğimiz padişahın yakın çevresi açısından çalışmayı düşünmüştüm. Fakat çeşitli sebeplerden bu iki konudan vazgeçmek zorunda kaldım.

Taşra idaresinde karar kılmamın üzerinde, o zamana kadar yapılan çalışmaların hep merkez üzerinde olması da etkili oldu. Arşivlerimiz İstanbul merkezli olduğu için Osmanlı tarihçiliğinde başkent perspektifi ağırlıklıdır. Osmanlı taşrası hakkında daha çok çalışmaya ihtiyacımız var.

Son olarak, üniversite haricinde düzenli seminer vb. çalışmalarınız var mı?

Bilim ve Sanat Vakfı’ndaki çalışmalar dışında düzenli devam ettiğim bir kurum yok. Zaman zaman çeşitli kurumlar konuşmalara çağırıyor, o kadar.

Hacer Kor konuştu

Kaynak : http://www.dunyabizim.com/?aType=haberYazdir&ArticleID=14005&tip=haber